6 Şubat 2017 Pazartesi

Stefan Zweig , Korku - Kitap İncelemesi ve Seçme Cümleler



9 /10

Korku, Stefan Zweig'in kaleminden okuduğum 3. kitap. Bunca zamandır kendisini keşfetmediğim için suçlu hissettiğim bir yazar Zweig. Onca kitap okudum, klasik bir tarzla bu kadar akıcı yazan başka kimseyi görmedim. Yani düşünün ki klasik okuyorsunuz ama kolay okunuyor, cümleler birbiri ardına kayıp gidiyor, kafanız karışmıyor , karabasanlar basmıyor. Arka sayfaya geçmek için sabırsızlanıyorsunuz. Virgüllerle birbirinden ustalıkla ayrılmış kocaman paragraflar halinde cümleler, zihninizde hiçbir bulanıklık yaratmadan sıralanıyor. Tabii ki çevirilerin de çok başarılı olduğunu söylemem lazım, çevirinin kalitesi romanı rezil de eder vezir de.

Korku, kısa bir roman. Detaylara çok inmeden konusundan bahsedeyim, eşi kalburüstü zengin bir hanım baş karakterimiz. Hayatının güvenli sınırları keskin çizgilerle çizilmiş, parası var, huzurlu ve rahat bir hayatı, hizmetçileri, 2 çocuğu ve güzel bir evi var. Kıyafetler mücevherler, kısacası pek çok insanın imrendiği bir hayat yaşarken bu hanım tekdüzelikten sıkılıyor. Her gün çıkıp gezdiği aynı sokaklar, döndüğü aynı ev falan ablamıza rahat batıyor ve kendine bir erkek arkadaş ediniyor :) Adamı sevdiği falan yok aslında sadece adamla beraber geçirdiği saatlerde, adamın evine girip çıkarken duyduğu heyecanı, yakalanma korkusunun tüylerini ürpertmesini seviyor. Ancak çok zaman geçmeden ( hemen ilk sayfalarda ) GERÇEK yakalanma korkusu ile güreşmeye çalışıyor ve roman boyunca bu sürüyor.

Karakterin ruh halindeki dalgalanmalar, iniş çıkışlar, korku halindeyken yaşadığı avuç terlemeleri bile bire bir, detaylı yani olayları tıpkı içindeymiş, biz yaşıyormuşuz gibi canladırabileceğimiz kadar detaylı ama ilk paragrafımda belirttiğim gibi akıcı, mükemmel bir dil ile okuyoruz.

Kısacık bu romanın hikayesi hakkında daha fazla detay vermeyeceğim, elinize aldığınız gibi bitecek çünkü. Ancak Stefan Zweig'in yazmak için dünyaya gelmiş olduğu bir gerçek ve yazarlığının kalitesi, yazmakta ulaştığı nokta bir ömür takdir edilesi.
Bir kaç kısa alıntıyla yazıma son veriyorum, iyi okumalar :)

*

" Zamanın çoktan sildiği bir hata için cezalandırılabillir miydi insan ? "

" Korku cezadan çok daha beterdir, çünkü ceza bellidir,ağır da olsa,hafif de,hiçbir zaman belirsizliğin dehşeti kadar,o sonsuz gerilimin ürkünçlüğü kadar kötü değildir. "

" Aslına bakarsan hala anlayamadığım şey,insanın tehlikesini bilerek bir suçu işledikten sonra itiraf etme cesaretini bulamayışıdır. İtirafı engelleyen bu basit korkuyu her türlü suçtan daha zavallıca buluyorum. "

" Bağışla. Neyi diye soracaktı belki. Peki bu ışık, bu keskin, arsız, kulağı delik ışık neden yanıyordu? Karanlık olsa söyleyebilirdi, bunu seziyordu. Ama ışık, gücünü yok ediyordu. "

" Sessizliğin sonsuzluğu içinde kapatıldığını sandı; göğsünün üstünde, görünmeyen göklerin karanlığını duydu. "

20 Ocak 2017 Cuma

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim - Kitap Özeti ve Seçme Cümleler


8.5 / 10

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, Deborah adlı 16 yaşında bir genç kızın şizofreni hastalığı ile boğuşmasının dokunaklı hikayesi.  Otobiyografik izler taşıyor çünkü biraz araştırdığımızda karşımıza yazar Joanne Greenberg'in de hayatının bir döneminde ruh sağlığı ile uğraştığını de akıl hastanesinde yattığını görüyoruz. 

Deborah'ın rahatsızlığı onu ailesiyle sürdürdüğü normal yaşantısından koparıyor. Henüz erişkin yaşta olmadığı için hastaneye yatırma kararını ailesi alıyor ve Deborah kendini her biri türlü ruh hastalığından muzdarip her yaşta kadının arasında buluveriyor. Deborah'in ailesini çok özlediği söylenemez çünkü kafasında aile, anne, baba gibi kavramlar diğer insanlara ifade ettiği şeyleri etmiyor ona. İki dünyada birden yaşıyor, kendi yarattığı ismini YR koyduğu dünya ve içinde yaşadığı gerçek Dünya, ancak Deborah hastalığının etkisiyle yer yer hangisi gerçek hangisi kendi yarattığı karıştırıyor. YR dünyasının kendine has bir dili bile var, ben şahsen YR'de geçen detaylı bölümleri okurken biraz zorlandım. Hangisi gerçek dünya karıştırdığı zamanlarda da ortaya Koro dediği bir ara dünya çıkar Deborah'ın zihninde. 

İyi bir doktora çatar, Dr. Fried sayesinde iyice kopma noktasına geldiği gerçek dünyaya yavaş yavaş geri döner ama geçirdiği bir atak sonucu yaptığı şey sebebiyle tecrit koğuşuna alınır. Tedavide kaydedilen tüm ilerleme geri teper. Dr. Fried ile Deborah'ın yaptığı terapi konuşmlarından, Deborah'ın dedesinin çok katı bir adam olduğu ve kıza istediği karakterde biri olması için sürekli yoğun baskılar yaptığını anlarız. Ayrıca Deborah geçmişte bir tümör ameliyatı geçirmiş bu da genç kızın psikolojisi üzerinde kötü etki etmiştir. Sonrasında da yaşadıkları dönem itibariyle Yahudi olan Deborah'ın okulda ve çevrede dışlanması da genç kızın sinirlerini iyice bozar, içine kapanmasına sebep olur.

Dr. Fried'in terapileri sonucu bir süredir tamamen reddettiği dünyaya geri dönmeyi, yeniden gerçekliğin içinde ve oraya ait olmayı istemeye başlar Deborah.  Hikayenin sonundan her zamanki gibi bahsetmeyeceğim :)

Rahatsızlık veren, oldukça etkileyici bir roman diyebilirim. Ruh hastalıklarını hastalıktan saymayan insanlar için ders kitabı niyetine okutulabilir. Ne kadar zor olduğu, beyni kontrol etmeye çalışırken ne kadar bocalandığı ve düşülen kötü durumlarla ilgili son derece detaylı bilgi veren, adeta hastanenin içinde hastalardan biriymiş gibi hissetmenize sebep olacak bir roman, Sana Gül Bahçesi Vadetmedim.

Derinlik sahibi okumalardan hoşlananlara tavsiye ediyorum :)


"Adalet uygulanmıyorsa, namussuzluk örtbas ediliyorsa ve inançlarını koruyan insanlar acı çekiyorsa, sizin gerçekliğiniz ne işe yarıyor peki?"


"-Tanrım! İşkencelerini çok kurnazca yapıyorlar.

 +İplerle bağlamalarından mı söz ediyorsun?
 -Umudu kastediyorum."


"Ben zehirliyim ve bundan nefret ediyorum. Utanç ve onursuzluk içinde yıkılıp gideceğim ve bundan nefret ediyorum. Dünya benim doğrularıma yalnızca yalanlarla karşılık veriyor."

Hazır olana kadar hiçbir şeyden vazgeçmek zorunda değilsin. Böyle bir şeye hazır olduğunda da, kaybettiklerinin yerine koyabileceğin bir şeyler olacak. "

Sana hiçbir zaman gül bahçesi vadetmedim ben. Hiçbir zaman kusursuz bir adalet vadetmedim...ve hiçbir zaman huzur ya da mutluluk da vadetmedim. Sana ancak bütün bunlarla savaşma özgürlüğüne kavuşmanda yardımcı olabilirim. Sana sunduğum tek gerçeklik savaşım. Ve sağlıklı olmak, gücünün yettiği kadarıyla, bu savaşımı kabul edip etmemekte özgür olmak demektir. Ben yalan şeyler vadetmem hiç. Kusursuz, güllük gülistanlık bir dünya masalı koca bir yalandır... Üstelik böyle bir dünya çok can sıkıcı bir yer olur! "

15 Ocak 2017 Pazar

Ocak Ayı Kitap Alışverişim


Merhabalar,
Burada artık her ay yaptığım kitap alışverişlerinden de kısaca bahsedeceğim, sepete eklemelik öneriler bulabilirsiniz belki diye :)

Öncelikle Vadideki Zambak ile başlayayım, klasik tabir edilen romanların yüzde doksanını okumuşumdur, nedense bunu atlamışım. Koridor yayınlarının kumaş kapaklı baskısı çok hoşuma gitti ayrıca bu kadar kaliteli ve şık bir baskı için Kitapyurdu fiyatı inanılmaz uygundu, hemen attım sepete. Balzac'dan alışık olduğumuz üzre biraz ağır bir okuma olacak gibi o sebepten okuma listemde yer vermedim, kafamın rahat ve algımın daha açık olacağı bir zaman tadını çıkara çıkara okuyacağım diye umuyorum.

Sürgün Gezegeni Ursula K. Le Guin'in İthaki Bilimkurgu serisinden, bu serinin neredeyse tamamı var bende, tek tük eksik kalanları da sırayla alarak tamamına sahip olacağım inşallah. Fantastik ve bilimkurgu türünün hastasıyım, Le Guin için ise bu türün kraliçesi deniyor. Sepete neden attığımı daha fazla açıklamama gerek yok sanırım.

Alice Munro Nobel ödüllü bir yazar, bundan sonraki alışverişlerimde birer ikişer Nobel ödüllü yazarların kitaplarına yer vermeye karar verdim. Sadece okumak değil kaliteli şeyler okumak gerektiğine inanıyorum çünkü. Sevgili Hayat Alice Munro'nun 82 yaşındayken yazdığı son eseri. Bir ustalık jübilesi de diyebiliriz yani. Öykücülük alanında Çehov ile kıyaslanan Alice Munro'nun okuyacağım ilk eseri olacak, meraklıyım.

Patrick Modiano da yine Nobel ödüllü bir yazar, ödülü 2014 yılında almış. Modiano her kitabında aynı kitabı yazdığını söylemiş bu sebepten tarzını, dilini çok merak ederek bu kitabı da sepete attım.

Uzun Kışın Suçlusu bir öykü kitabı. Yazarı genç, kitap ilk kitabı ancak kitapyurdundaki yorumlar çok iyiydi, yeni yazarları desteklemek ve keşfetmek gerektiğine inandığım için aldım :)

Zeplin, 2013 World Fantasy ödüllü yazar Karin Tidbeck'in romanı. Bir kaç önemli isim tarafından en iyi kısa romancılar arasında adı anılıyor, Zeplin ise bir öykü kitabı. Kuzey bölgelerinde geçen hikayelerden meydana geliyor, pek çok sitede kendisi için şahane yorumlar görünce tanışmak istedim. 

Feng Shui ve Hayat Veren Kılıç uzakdoğu felsefeleri ile alakalı kaynak kitap niteliğinde eserler.

Şubat ayı kitap alışverişimde görüşmek üzere, herkese iyi okumalar :) 

13 Ocak 2017 Cuma

Knut Hamsun, Açlık - Kitap İncelemesi ve Alıntılar


7.7 / 10

Benim için çok zor bir okumaydı, itiraf etmeliyim. İnce bir roman olmasına rağmen okurken yer yer çok rahatsız oldum, ilk defa bir roman karakterini eşek sudan gelene dek dövmek istedim. Bazı sayfalarda " kardeşim bu kadar da aptal olmaz ki insan " diyerek kitapla yüzüme falan vurdum.

Yazardan bahsetmek gerekirse, Knut Hamsun 1859 doğumlu Norveçli bir yazar. Anladığım kadarıyla bu romanda biraz kendi hayatından esinlenişler, dokunuşlar var. Knut Hamsun çok yokluk çekmiş, zor bir hayatı olmuş. Romanın baş kahramanı gibi sefaletle savaşmış, hayatta kalmak için uğraşmış. Çeşitli işlere girmiş çıkmış ama yazmak tek tutkusu, yazarak hayatını kazanmak tek hayaliymiş (ah ah..) Romandaki gibi, Norveç'in bir şehri olan Kristiana'da bir süre yaşamış ve aynı romandaki gibi sıkıntılarla uğraşmış. Biyografi ve romandaki hikayenin bu kadar örtüşmesi bana okurken ara sıra saç baş yolduran baş kahramanın bizzat yazarın kendisi olduğu çağrışımını yaptı nedense :)
 1920 yılında Nobel ödülü kazanarak yazarlığını ispatlasa da muradına ermiş midir bilinmez.

Roman elbette Norveç'in Kristiana kasabasındaki bir genç adamın yazarak kazanma arzusu, bu uğurda yaşadığı sefil hayat, sokaklarda kendi düşünceleri ile baş başa kendisine yardım edecek hiç kimsesi olmadan avare gezmeleri ile dolu. Günlece ağzına yemek koyamadığı zamanlarda bile gururludur, yardım istemeye yanaşmaz bunu kendine yakıştıramaz. İnsanlara kendini sürekli olmadığı biri gibi tanıtmaya uğraşır, bazen kandırır ancak çoğu zaman insanlar hırpani kılığı sebebiyle ondan kaçar, hırsız ya da dilenci zannederek tersler. Bu baş kahramanımız Tangen'i giderek daha büyük bir perişanlığa sürükler, bedeni gibi ruhu da dardadır. Ara sıra gelen yazma ilhamları ile bir kaç makale tamamlayarak beş on kron kazandığı günler morali düzelir, yüzü aydınlanır ve parasını sanki kendi ihtiyacı yokmuş, günlerdir aç açık değilmiş gibi sokaktaki insanlara avuç avuç dağıtır. Bundan büyük bir keyif alır, kendini ruh mertebesinde yükselmiş sayar. Sonra yine başa sarar hikaye. 

Rehineciye satacak hiçbir şeyi kalmayınca ceketinin düğmelerini söküp satmaya çalışmaya kadar varır olaylar, battaniyesi ödünçtür, kalacak yeri yoktur ama karnını doyurmak maksadıyla bile farklı işler yapmaya pek yanaşmaz, yapacağı işin illa kağıt kalemle olmasını ister. 

Ben bu noktada karaktere üzülmeyi bırakıp biraz sinir oldum. Gururundan ve yazı dışında başka iş yapmak istememe kibrinden defalarca açlıktan ölmenin eşiğinden dönerken ben de kendisini evire çevire dövmek istedim.

Netice itibariyle içimi sıkan, zor bir okuma oldu ama kitaba kötü diyemem. Kaliteli cümlelerle dolu, kalburüstü bir romandı. Alıntıları da ekleyerek yazımı bitiriyorum, herkese iyi okumalar :)


"Yoksulun zekası zenginin zekasından çok daha keskin gözlemcidir. Yoksul, attığı her adımda etrafına bakınır, insanlardan duyduğu her söze şüpheyle kulak kabartır. Böylelikle her adım onun düşüncesine ve duygularına bir iş, bir görev yükler. Fakirin kulağı delik, duyarlığı yüksektir. O görmüş geçirmiş bir adamdır, ruhunda yanık yaraları vardır. "

Bulutsuz, berraktı gökyüzü,benim de gönlüm gölgesiz. "

" Rastgele bir kalem için bu kadar yolu yürümek aklıma bile gelmez. dedim. Ama
kalem bu olunca iş değişir, bu başka. Değersiz bir şey gerçi, fakat benim şu
yeryüzündeki mevkim aşağı yukarı bu kalem sağladı; hayattaki yerimi ben
adeta ona borçluyum. "

Bazen de otlara bakarım, otlar da belki bana bakarlar, olamaz mı? "

Tapılacak bir kadındı. Bir evliyayı bile şeytan yapacak kadar şirindi, yabani ipek rengini andıran gözleri, amberden kolları vardı. Bir bakışı, karşısındakini bir öpücük gibi baştan çıkarırdı. Sesi kadehe dökülen şarap gibi ta kalbime inerdi. "

9 Ocak 2017 Pazartesi

Josh Malerman , Kafes - Kitap İnceleme ve Alıntılar


9 / 10

Kafes, yazarı Josh Malerman'ın ilk romanı olduğuna inanamayacağım derecede akıcı, amacına uygun şekilde gerilim dolu ve sürükleyici bir romandı. Gece yarısından sonra okumaya başlamamı hesaba katarsak bir günde bitirdim, kesinlikle sıkan tek bir sayfası bile olmadı ve damağımda Stephen King okuduğum zamanlarda olduğu gibi bir tat kaldı.

Hikayesine gelecek olursak kısaca, insanları baktıkları zaman delirten, sonsuzluğa benzeyen ve normal insan aklının anlayamayıp çıldırmasına sebep olan varlıklar gezinmeye başlıyor sokaklarda. İnsanlar gözlerini açmadan, evlerinin pencerelerini battaniyelerle örterek ve sokağa olabildiğince çıkmamaya çalışarak yaşamlarını sürdürüyorlar. Ne kadar sürdürülebilirse elbette. 

Baş kahramanımız Malorie genç ve hamile bir kadın. Böyle bir ortamda olmayı isteyeceğiniz son şey yani. Klasik kaos ortamında, yemek ve su kısıtlı, kapana kısılmış insanlar her an parlamaya ve gerginlik yaratmaya hazır, tanımadığınız insanlarla hayatta kalmak için bir arada, bilmediğiniz bir yere sığınmışsınız.. Varlıkların bilinmezliği, insanların güvensizliği ve korku. Gerilim duygusunu en iyi veren romanlardan biriydi benim okuduklarım arasında. On numara beş yıldız bir iş çıkarmış yazar, ben gerçekten keyif aldım.

Finalde ise değişik bir sürpriz bekliyor sizleri. Tabii ki yazarak hikayenin tadını kaçırmayacağım. Distopya severlerin kesinlikle okuması gerektiğini düşündüğüm bu romandan bir kaç alıntı yaparak yazımı bitireceğim :)

İyi okumalar.

*

Sesi güneş gibiydi, tüm o karanlığın içindeki tek ışık kaynağı gibi. "

Bir şeyin aklini kaçırması için yeterince zeki olması gerekiyor. "

Dünyaya geldiğinde annesinin yüzünü görmesi ne kadar önemli olabilir ki ? "

Malorie kuş seslerinin içinden geldiğini sandı. Sanki aklını kaçırmış binlerce kuşla dolu kocaman bir kuş kafesine kısılıp kalmıştı. Hepsinin üzerine devasa bir kafesin indiğini hayal etti. Karton bir kutunun. Güneşi sonsuza dek kesen bir kuş kapanının. "

Onları yaşamaya değmeyecek bir hayat için koruyorsun. "

Yeni dünyada, gözlerinizi açmaya karar verdiğiniz anla gözlerinizi gerçekten açtığınız an arasında geçen süre son derece korku vericiydi. "

Beyaz Geceler - Kitap İnceleme ve Alıntılar


9.2 /10

Dostoyevski benim yaşımdaymış bu romanı yazdığı zaman, 26 yaşındaymış. Kısacık bu roman göründüğü kadar kolay okunmuyor ilk önce bunu belirteyim. Dostoyevski'nin tüm romanlarında olduğu gibi ruh haliniz bir o yana bir bu yana savruluyor her sayfada. Kızıyor, üzülüyor, karakterler adına utanıyor, bir ara umutlanıyor, sonra karamsarlığa kapılıyorsunuz. Henüz 26 yaşında, ilk romanlarından birinde ve 100 sayfadan az bu romanda kaleminin gücünü gösteriyor.

Kısaca anlatmak gerekirse olay St Petersburg şehrinde geçiyor. Genç bir kahramanımız var, yalnız bir adam. O kadar derin bir yalnızlık içinde ki, sokaklardaki insanlarla konuşmadan iletişim kuruyor. Bir gün sokakta bir genç kızla rastlaşıyor ve bir cesaretle konuşuyor. Kör olan ninesiyle beraber yaşayan bu hanım kız duygusal dünyasını açar kahramanımıza, elbette her genç gibi bir sevda durumu vardır. Kendisine aşık olmaması şartı ile olan biteni kahramanımıza anlatır ve yakınlaşırlar. Ama elbette kahramanımız verdiği sözü tutamaz, hayatında ilk kez değer gördüğünü, sevildiğini ve önemli olduğunu son derece yürek burkan bir şekilde hisseder ve kıza aşık olur. 

Sonrası tam bir trajedi, ama okuması size kalsın. Ben okurken erkek kahramanın kendini düşürdüğü zavallı konumuna yer yer üzülüp yer yer çok kızdım. Kadın karakter olan Nestanka' nın ise yaptığı dengesizliği yaşına verdim, ancak yine de sinirlerim bozuldu. Dostoyevski'nin her romanında olduğu gibi karakterlerin ruhsal durumu, Rusya'nın keskin soğuğu içime işledi. Kitabı rafa geri koyarken yazarın kalemine bir kez daha hayran kaldım.

Bir kaç alıntı yaparak yazımı sonlandırıyorum, iyi okumalar :)

*

" Ah Tanrım ne uzun bir zaman dilimidir insan ömründe bir anlık mutluluk. Sırf bunun için bir ömür yaşamaya değmez mi? "

" Her zaman öyle değil midir? Mutsuz olduğumuz zamanlar başkalarının mutsuzluğunu daha bir derinden duymaz mıyız? "

"Yürürken bir yandan da şarkı mırıldanıyordum, çünkü mutlu olduğum zamanlar kendi kendime bir şeyler mırıldanırdım. Hiçbir dostu, arkadaşı olmayan, sevinçli anlarında sevincini kimselerle bölüşemeyen herkes de aynı şeyi yapmaz mı? "

"Ben hayalcinin biriyim; hayatımda yaşanmış olaylar o kadar az, birlikte geçirdiğimiz şu dakikalar o kadar az rastlanan türden ki, hayalimde bu anları tekrarlamamak elimde değil. Sizi bütün bir gece, bütün bir hafta, bütün bir yıl düşleyeceğim. "


8 Ocak 2017 Pazar

Kıyamet Kitabı - Kitap İnceleme





Sizleri bilmiyorum ama benim için kitapların kapakları da en az içerikleri kadar önemlidir, Kıyamet Kitabı'nı okumadan önce hakkında fazla şey duymamıştım yalnızca bir internet sitesinde gördüğüm kapağı onu satın alıp bir solukta okumama etki etti diyebilirim.



Veba doktoru, bir tarih düşkünü olarak benim favori karakterlerimden biridir. Kapağın etkileyiciliği de bu yüzden sanırım.

Kıyamet Kitabı, ilk olarak 1992'de yayınlanmış. Yazarı bir bayan, Connie Willis.Hugo, Nebula ve Locus ödüllerini almış, bilimkurgu başyapıtı olarak nitelendiriliyormuş bunların tamamını kitabı elime aldığımda öğrendim. Bazı eserlerin çevirisi ve ülkemizde adını duyurması o kadar gecikiyor ki, cidden arada gözünüzden kaçanlar aslında kaçmaması gerekenler olabiliyor ne yazık ki.





Konumuza gelince, yıl 2050 ve İngiltere'deyiz. Zamanda yolculuk çoktan bulunmuş, üniversitelerde araştırmalar için kullanılmakta. Tarih bölümünden hocalar ve öğrenciler baş karakterlerimiz. Kivrin diye bir kızımız Ortaçağ'a gidecek. Detaylı anlatımlarla olaya gerçeklik katmış yazar, klasik bilimkurgulardaki gibi hatasız ve pürüzsüz olmuyor yolculuk, uzun uzun tetkikler ve düzenlemeler yapılıyor, çipler takılıyor aşılar olunuyor. Zamanda yolculuk yapacak olan kişi o dönemin diline dair eğitimler alıyor ki zamanda bir değişiklik, olayların akışına bir müdahale olmasın. Kivrin sorunsuz bir şekilde Ortaçağ'a gidiyor, ama hangi seneye? Tabii ki işler tasarlandığı gibi gitmiyor. Her iki tarafta da.



İnsanın doğa karşısındaki çaresizliği, güçlü olmanın zorunluluğu, zamanın yuttuğu iyi insanlar, tarihi sürdüren kötü kalpliler, iyilik uğruna kendini feda edenler, Ortaçağ'ın karanlığına karışan 2050'nin karanlığı.


Her açıdan insanlık tarihine dair, pek de belli etmeden, ince işlenmiş bir tablo koyuyor önümüze Connie Willis. Okuması çok keyifli bir kitap olduğunu ve tavsiye ettiğimi de ekleyeyim.

5 Ocak 2017 Perşembe

Buğdayın Türküsü - Pablo Neruda




El ele tutuşarak, safları sıklaştırarak, bir olarak yenilir bazı canavarlar. 
Buğday başakları gibi başı dik ve onurlu, dünyanın en güzel şiirini paylaşmak istedim sizlerle.

*  
Güç olsun diye, yarınlar için umut versin diye. İnsan olmanın ağırlığı omuzlarımızda biliyorum, ama o omuzlarla yüklenip açacağız korkunun kapatmaya çalıştığı kapıları.
Ankara, İstanbul, İzmir, Berlin, Paris, Saraybosna...Dünyanın neresinde olursa olsun, insan insan diyerek sarıldığımızda, ne kadar karanlık varsa boğacağız ışıkla. Nefes alacağız, yeniden. 


BUĞDAYIN TÜRKÜSÜ

Halkım ben, parmakla sayılmayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sessizliği aşmaya yarayan

Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
Güzelim kırmızı elleriyle
Sessizliği burgu gibi deler de

Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerle.


Pablo  NERUDA

4 Ocak 2017 Çarşamba

Şeker Portakalı - Kitap İnceleme ve Seçme Cümleler


9.5 / 10
Brezilyalı bir yazar olan Vasconcelos'un en ünlü romanı Şeker Portakalı. Zor bir çocukluk geçirdiğini bir yerlerden okuduğum yazarın çocukluğundan izler taşıdığına neredeyse emin olduğum Şeker Portakalı çocuk kitabı gibi görülse de bence değil. Hatta derin duygusallık ve hüznüyle duyarlı çocukları fazlaca etkileyebileceği için çok da önermem.

Baştan sonra çocuk gözüyle, çocuk baş kahramanın dilinden yazılmış, Brezilya'nın fakir mahallelerinde geçen bu roman kesinlikle yüreğinize dokunacak.

Şeker Portakalı'nı ben bir kaç kez okudum, her seferinde olacakları önceden biliyor olmama rağmen gözlerim doldu, yüreğim titredi. Sanırım küçük çocukların çaresizliği her şeyden daha çok etkiliyor insanı, insan olabileni. 

Baş karakter Zeze, yaramaz mı yaramaz bir velet. Çok çocuklu fakir bir ailenin en küçüğü. Onu yalnızca en büyük ablası dövmüyor ailede, Zeze de ablasını çok seviyor haliyle. Yaramaz olmasına rağmen okulda uslu ve derslerinde başarılı bir çocuk. Sokaklarda ayakkabı boyar, eğlence için arabaların arkasına asılır. Sonra bir gün sokakta çok güzel bir araba görür, ancak arkasına asılmaya çalışırken sahibi Valaderes'den güzel bir dayak yer :)

Bu karşılaşma Valaderes ile olan dostluğunun ilk anları olacaktır. Zamanla ona iyice bağlanır ve onu babası gibi görmeye başlar. Valaderes için de durum çok farklı değildir, küçük Zeze'yi oğlu gibi sevmektedir.

Daha sonra olanları anlatmayacağım elbette. Kitaptan bir kaç alıntı vererek yazımı bitiriyorum :)


"Çünkü dünyanın en iyi insanısın, senin yanındayken beni kimse azarlamıyor ve günışığının yüreğimi mutlulukla doldurduğunu hissediyorum."

"Bir ağaçtı o, ama neredeyse hiç tanımadığım bir ağaç."


"Noel gecesi pabuçların artık hiç boş kalmayacak."

"Yaşamaya yükümlüydüm, yaşamaya!"


"Uslu duracağıma, bir daha kavga etmeyeceğime, hiç sövmeyeceğime, kıç bile demeyeceğime söz veriyorum. Ama hep senin yanında kalmak istiyorum."

"Gökyüzünün benim için ne anlama geldiğini anlayamazdı."

"Tanrım! Hiç bu kadar sevgiye susamış bir yürek görmedim."


"-Daha çok anlat dedim.
 +Hoşuna gidiyor mu?
-Çok. Elimden gelse seninle sekiz yüz elli iki bin kilometre hiç durmadan konuşurdum."

"Pek seyrek ve yalnızca aile içindekilere yaptığım bir şeyi yaptım, o iyilik dolu koca yüzünü öptüm."

"Basit bir oyunla hayat değiştirilemez."

Tolkien ve Fantastik Evreni


3 Ocak 1892 yılında doğmuş ve ben doğmadan tam 17 sene evvel, 1973'de ölmüş bir adamın hayatıma nasıl dokunduğundan, kafamda nasıl hava-i fişekler patlattığından bahsedeceğim sizlere bu yazımda. Kendisinin doğum günü olması vesilesiyle, karşınızda J.R.R. Tolkien, İngiliz asıllı bir dilbilimci, bir yazar, bir profesör. Güney Afrika'da doğa ile iç içe yaşadığı çocukluk bilinç altını etkilemiş olacak ki, bizlere yarı cennet yarı cehennem Orta Dünya'yı yarattı ve sundu.  Babası ve annesini küçük yaşta kaybetmesi sebepli içe kapandığı için mi yoksa gerçek anlamda dillere olan büyük yeteneğinden midir bilinmez, henüz çocuk denecek yaşta Elf dilini yarattı.

16 yaşındayken çok aşık oldu, aşıkların görüşmesine izin verilmedi. Üniversite'den burs kazanan Tolkien mecburen şehri terk etti, ancak 21 yaşında geri dönüp bir başkasıyla nişanlı olan aşkını buldu, iki genç evlendi. Çok geçmeden ikinci dünya savaşı patladı.

Şahsi görüşüm, Tolkien'in İkinci Dünya Savaşı'ndan derin psikolojik etkilerle ayrıldığı yönünde. Yüzüklerin Efendisi ve Hobbit'de yer alan epik kurgunun kaynağını bu olarak görüyorum. 


Gelelim o mükemmel, o lirik ve aynı zamanda epik hikayelere... Tolkien Hobbit'i çocukları için bir masal olsun diye yazmaya başlamış. Sonuçta ortaya çıkan iş yetişkinliğimde, defalarca izlememe okumama rağmen beni büyüleyen devasa bir yapıt. Yarattığı fantastik evrenin boyutlarını, didik didik inceleyenler bile kestiremiyor. Her taşın altından öykünün gerçekliğini sağlamlaştıran yeni bir detay çıkıyor, karakterlerin her diyaloğu değişik bir pencere açıyor. 


Buradan hareketle Tolkien için sıradan bir yazar diyemeyiz. Yazıp yayınladıklarından başka beyninde kimbilir neler dönüyordu delice merak ettiğim, değişik bir tür dahi olduğuna inanıyorum. Fantastik ötesi fantastik bir evren yaratıp ölümünün ardından yıllar geçse de, her kesimden ve her yaştan insanı bunun gerçekliğine yüreklerinde inandırmak, her yazarın harcı değildir.

İyi ki doğdun Tolkien! 

Dünya gerçekten de tehlikelerle dolu ve içinde bir sürü karanlık yer var; lakin nice güzellik de hâlâ ayakta ve artık bütün topraklarda içine keder karışmış olsa da, belki daha bile çok serpiliyor sevgi. "

3 Ocak 2017 Salı

Deneme - Kadın




Ben kadınım.
Kadın olarak dünyaya geldim.İnsan nüfusunun yarısını oluşturan o kalabalıktan biriyim.
Hakları tarih boyunca en çok tartışılanım.
"İnsan olup olmadığım" bile mesele olmuş vakt-i zamanında.
Saçımdan sürüklenmişim, parayla satılmışım, doğar doğmaz toprağa gömülmüşüm.
İstemediğim adamlarla evlenmişim yüzyıllardır, aşık olmak bana yasaklanmış. El ele gezdiğimde ben, kötü gözle bakılmışım. Ayıplanmışım.
İstemediğim çocukları doğurmuşum durmaksızın, hepsi de o istemediğim babalarına benzemiş.

Kafamı kullanmam yasaklanmış bazen, bazen de kafamı kullanmıyorum diye hor görülmüşüm.

Göğüslerim çıkmış, saklamak için iki büklüm gezmişim.

Tarlada doğum yaparken, kan kaybından gitmişim.

Okumamışım tek bir satır çünkü, okutulmamışım.
Erkek çocuklarıyla mahallenin, yan yana oturamamışım.

Vücudumun en önemli yeri, beynim değil kalbim değil,
Bacak arammış benim.
Kimisine arzu nesnesi, kimisine dayak objesi olmuşum.

Yaşlanınca gözden düşmüşüm, yerime yenisi bakılmış.
Doğuramayınca kapının önüne koyulmuşum.
Aç kalmışım. 

Ne giyeceğimi başkaları söylemiş hep.
Nerede gezeceğimi, ne yiyeceğimi.
Ne yapacağımı başkaları.
Kimi seveceğimi başkaları seçmiş benim yerime

Çalışmışım, orospu olmuşum
Evde oturmuşum, haram yiyici demişler bu sefer de.

Neremi açsam, neremi kapatsam hep dert olmuş.
Benim dışımda herkes, bana kurallar koymuş.

Elini kaldıran sırtımda indirmiş çoğu zaman.
Canını sıkarsam çekmiş vurmuş beni, sevdiğim adam yahut babam.

Hava kararınca, tek başıma çıkamamışım evden.
Nefsi kabarır diye biri görüp de,
Hep kaçmışım tenha sokaklardan.

Kadınım. Kadın olarak doğdum.
Canından can çıkaranım ben.
Dünyayı güzel kılanım.

İnadına bilen, inadına soran.
İnadına düşünen ve çok konuşan.
İnsanım ben, her şeyden önce. İNSAN.

Nazım'ın dediği gibi, ne ayalim ne vebal.
Kolları bacaklarıyım bir adamın.
Bir adamın yavrusu, birinin kız kardeşi.
Annesiyim bir diğerinin.
Hayat arkadaşıyım.

Hasan Hüseyin'in dediği gibi,türkü bakışlı.


Kadınım ben.
Başım dik.
Yine gelsem dünyaya,
Böyle gelirdim.

Deneme : İçimden Böyle Geldi



Bazen bir mucize gerekir, başlangıçları yazmak için.
Zordur çünkü, belki de en zorudur başlayabilmek.
Zorla toplanır kelimeler bir araya.
Kaçışan bir avuç karınca gibi olur, tüm hislerimi anlatan sözcükler.
" Gel "diye çağırırım, " Gel anlat beni. "
Gözlerim kapanmadan, son noktayı koymama izin ver diye yalvarabilirim, utanmadan.

İnsan sıkıcı oluyor,  geveze,  kibirli oluyor anlatırken  kendini.
İki cümle kurabilmek için, kelimelerle düşüp kalkıyor.
Kabullenemiyor sessizliği yazmak istiyor, kağıda, camın buğusuna, ahşap masalara, banklara, ağaç gövdelerine, duvarlara, kaldırımlara, kuma, vücuduna,  gökyüzüne.
Her ne halt gelirse önüne.
Ölüyor çünkü, nefes alan almayan her şey ölüyor.
İz bırakmalı, bir çizik, ona ait bir yalan.
Sonsuza olan inanç biteli çok oldu.
Her şey herkes ölürken, bir tek yaşam hayatta kalıyor.
Yaşam...
Kaç yaşında o bile bilmiyor.
Öznesiz, yüklemsiz cümleler kuruyor.
Kendi kendine yenilip diriliyor.

***

Nefes alışımızın  bir anlamı olmalı.
Her sabah uyandığımızda ilk akla gelen ve  gülümseten şey
Uyanık olmayı anlamlı kılan
Umudu diri tutan
Günahsız olduğuna inandıran
Akreple yelkovana yüzüne tükürecek cesareti veren
Beni büyüten, beni yoran, canımı acıtan, beni ağlatan
İnandıran, gülümseten.
Beni her zamankinden anlamlı kılan.
Beklemediğim bir anda mucize yaratan.

****
Hiçbir şey unutulmaz, yok olmaz, her şey zamana kaydolur.
Eski şarkılar, kıyafetler, filmler tekrar moda olur.
Zamanın sandığından çıkar.
Göçmen kuşlar yuvalarına döner, gittiği yerden gelir her şey.
Gönderilmemiş her mektup sahibine elbet ulaşır.
Zaman tüm sorunları kendince çözen deli bir profesör sanırım.
Çözüyor ediyor da, bizim isteklerimize göre bir yolunu bulmuyor.

***
Hep böyle olur:



Anna Karenina Film İncelemesi - İki Kişilik Aşk, Tek Kişilik Ölüm





   İki ciltlik kitabı elime ilk aldığımda yaklaşık 1200 sayfanın Anna ile ilgili ne anlattığı hakkında hayli hevesliydim. Her klasik gibi bol betimleme ile bölüm bölüm zorla okusamda, vurucu darbe son elli sayfada geldi. Yasak bir aşk üçgeni, ihtiras ve yalanın olduğu kitapta kim kazanacak diye beklerken, kazananın ne aşk ne gurur olduğunu görüyorsunuz. Kazanan ölüm oluyor.
    Anna ve  Vronski' nin aşkı tren garında başlayıp, tren rayların da son buluyor. Bir romanı izlemekten ziyade, bir şiiri izlemekti film. O bilinen kabarık etekler, hiçbir zaman anlam veremediğim tuhaf  balo dansları, hızla değişen sahneler, müzik ve tanınmış oyuncu kadrosuyla süslenmiş bir dram.

 
       Sevebildiğim tek sarışın aktör  Jude Law'u genelde umursamaz ve çapkın rollerde izlemeye alışık olduğumuz için, filmdeki sakin, sabırlı ve eşi Annaya son derece saygılı duruşu ile beni hayli şaşırttı.




  Karayip Korsanları'nın kızı Keira Knightley de rolünün hakkını vermiş diyebiliriz. Ancak Subay Vronski'yi canlandıran Aaron Taylor' ı hiç sevmedim. Fazlasıyla sönük bir karakter gibi geldi bana. Belki de Anna' nın tutkusu film boyunca onun aşkına baskın geldiği içindir.

     Kitty ve Levin' in aşkı beni daha çok etkiledi aslında. Levin' in hasta ağabeyine, Kitty' nin  bakması çok anlamlıydı. Ne de olsa filmin sonunda en çok mutlu olan onlar oldu.


 

 Kuşkusuz kitabından daha fazla tat alacağınız bir hikaye Anna Karenina. Canım sıkıldıkça kitabın son sayfalarını arada okurum. Her seferinde de aynı etkiyi bırakır üstümde. Anna' nın çocuğunu terk etmesi, dışlanması ve toplum tarafından " fahişe " damgası yemesi ne kadar acı olsa da, tek suçlunun Anna olduğunu düşünmüyorum. Zaten filmde de yer yer aşk evliliği yapmanın mucize olduğuna dair ince göndermeler var. Ailelerin acele etmesi ve itibarının iyi olduğunu düşündükleri kimselerle kızlarına zoraki evlilikler yaptırmaları, bireyleri gerçek aşkı bulunca yanlış yapmaya itiyor nitekim.
     Yıllar öncesinde siyah beyaz bir Rus yapımı Anna Karenina izlemiştim. Beğendiğimi söyleyemem. Tabii ki bu yeni jenerasyon kat ve kat güzel.

     Unutmadan, intihar sahnesinin çok havada kaldığını söylemeliyim. Son sahnelerle gördüğümüz üzere tek " günah keçisi " Anna oluyor, sanki onun ölmesiyle her şey yoluna girmiş ve tek sorun yaratan oymuş gibi. Kitapta böyle değil. Daha trajik bir anlatım ve son var. Filme göre daha doyurucu.

   Aşkın, bir evlilik, iki adam ve bir kadını nelere sürüklediğini görmek istiyorsanız, mutlaka izlemelisiniz.